24 Mart 2016 Perşembe

ÇOCUĞUNUZLA DOĞRU İLETİŞİM KURMANIN YOLLARI

İletişimin sadece konuşma ile sınırlandırılmaması gerektiğini söyleyen Uzman Psikolog Buket Kasrat, çocukla doğru iletişim kurmanın yollarını anlattı… Duygu ve düşüncelerin dile getirilmesi elbette ki önemlidir. Erken çocukluk yıllarından itibaren ebeveynlerin çocuklarıyla kurdukları iletişim tarzı, konuşma biçimleri ve beden dilleri çocukların hem çevreyle olan iletişim biçimini hem de ileride birer birey olduklarında kuracakları iletişim tarzını oldukça etkilemektedir. Anne-babalar genellikle çocuklarının sözlerini dinlemediklerinden yakınırlar. İletişim kurarken önemli bir kilit noktalardan biri güven unsurudur. Çocuklar için de yetişkinler için de bu değişmez, güvendiğimiz ve sevdiğimiz insanların sözünü daha çok dinler ve onlarla daha çok işbirliğine yatkın oluruz. Bir düşünün güvenmediğiniz bir insanla işbirliği yapar mısınız?

İletişimsizliğin sorumlusu konuşmayan değil, genellikle konuşturmayandır. Dinlenmediğimizi bir kere fark etmek, dinlemeyenle ömür boyu iletişimi kesmemize neden olur. Çocuklarla doğru iletişim adına kendimize dönüp bakmak da fayda var. Günlük yaşamda nasıl iletişim kuruyoruz? Öncelikle bizi dinleyen kişinin bizimle aynı yorumu yapmasını hiç beklememeliyiz. Kendinizin ifade yeteneğinizin boyutlarına bir bakın. Kendinizi ne ölçüde karşı tarafa anlatabiliyorsunuz? Karşı tarafı ne ölçüde anlayabiliyorsunuz? Anlamak için dinliyor musunuz? Yoksa hep siz mi konuşuyorsunuz? Sürekli talepkar mısınız? Yoksa emredici misiniz? İLETİŞİM KURARKEN BEDEN DİLİ ÇOK ÖNEMLİDİR İletişim sadece konuşma ile sınırlandırılmamalıdır. Davranışların altında yatan duygu ve düşünceleri anlayabilirseniz iletişim için lisana gerek kalmaz. Mimiklerde saklı olan duyguları kelimelere dökün. Başkalarının duygularını anlamak çok değerli bir özelliktir. Çocukların gelişim evrelerini ve yeteneklerini bilirsek neden ve nasıl davrandıklarını anlayabiliriz. Yanı sıra iletişim kurarken beden diliniz, ses tonunuz çok önemli bir unsurdur. Kararlı bir ses tonuyla söylenmeyen “Hayır” çocuk için hiçbir anlam ifade etmez. Aynı zamanda onu daha iyi anlamanız için çocuğun beden dilini ve söylediklerini iyi gözlemlemeniz gerekir: “Hayır ben yapmadım” derken gözlerini kaçıran bir çocuk… “Arkadaşım bana vurdu çok acıyor” derken gözlerinin içi gülen bir çocuk… “Banane umurumda değil” derken gözleri dolan bir çocuk…
Çocuğunuzun duygularını farkedin. Onun duygularını siz yaşıyormuşçasına hissetmeye çalışın. Aslında mantık gelişene kadar, neredeyse ergenlik çağına kadar, çocuk ile konuşmalar çocuk tarafından, konuşanın tam demek istediği gibi anlaşılmaz. En büyük hata çocuk konuşmayı yeni söktüğünde, algılama yeteneğini dikkate almamaktır. Sözümüzden çıktığında sinirlenir, bağırır, çağırırız. Çocukla yetişkin arasındaki sorunların çoğu, çocukların olgunlaşmaları için zamana ihtiyaçları olduğunu dikkate almamaktan kaynaklanmaktadır. YANLIŞ İLETİŞİM  Yorum Yapma -”Sizin yatağınızda uyuyacağım. -”Yaramaz çocuklar annelerinin yatağında uyurlar.” Eleştiri -”Sizin yatağınızda uyuyacağım” -"Annelerin yatağında uyumak ayıptır.” Suçlama -”Sizin yatağınızda uyuyacağım” -”Senin inatçılığından bıktım.” Eskileri Hatırlatma -”Sizin yatağınızda uyuyacağım” -”Ehh ama… Hep istediğin olsun istiyorsun!”
BUNU OKUMAYIN! Olumlu ifadeler kullanmayı insan tabi ki birdenbire öğrenemez ama üzerinde çalışılabilir. Olumlu mesaj veren herkes çocuğuna olumlu düşünme ve davranma konusunda yardım etmiş olur. Böylece çocuk ne yapması gerektiğini bildiğinden birçok durumun üstesinden gelir ve bir şeyi yapmaması gerektiği için korkudan etkisiz hale getirilmemiş olur.
ÇOCUĞUNUZU UYARIRKEN OLUMLU İFADELER KULLANIN Düşündüğünüz her şey, duygu ve imgelerle davranışlara yansır. “Ali, kayığın kenarını iki elinle tut.”  Bu cümle; -“Aman sakın suya düşme” Daha kötüsü; -“Sen boğulursan ben ne yaparım sanıyorsun” gibi ifadelerden daha etkili olacaktır. “Allah aşkına bugün okulda yine bir kavgaya karışma!” -Bugün okulda her şeyin gönlünce olmasını diliyorum, yalnızca sevdiğin çocuklarla oynaman çok iyi olur. “Ağaçtan düşme” -"Ağaca sıkı sıkı tutun, adımlarını nereye atacağına dikkat et." “Caddeye çıkma” -"Burada benimle kaldırımda dur."
Hürriyet Aile/Çocuk/Çocuk Psikolojisi/Çocuğunuzla doğru iletişim kurmanın yolları ÇOCUĞUNUZLA DOĞRU İLETİŞİM KURMANIN YOLLARI ÇOCUĞUNUZUN DUYGULARINI SİZ YAŞIYORMUŞÇASINA HİSSETMEYE ÇALIŞIN. 57PAYLAŞIMPAYLAŞ 02.03.2016 İletişimin sadece konuşma ile sınırlandırılmaması gerektiğini söyleyen Uzman Psikolog Buket Kasrat, çocukla doğru iletişim kurmanın yollarını anlattı… Duygu ve düşüncelerin dile getirilmesi elbette ki önemlidir. Erken çocukluk yıllarından itibaren ebeveynlerin çocuklarıyla kurdukları iletişim tarzı, konuşma biçimleri ve beden dilleri çocukların hem çevreyle olan iletişim biçimini hem de ileride birer birey olduklarında kuracakları iletişim tarzını oldukça etkilemektedir. Anne-babalar genellikle çocuklarının sözlerini dinlemediklerinden yakınırlar. İletişim kurarken önemli bir kilit noktalardan biri güven unsurudur. Çocuklar için de yetişkinler için de bu değişmez, güvendiğimiz ve sevdiğimiz insanların sözünü daha çok dinler ve onlarla daha çok işbirliğine yatkın oluruz. Bir düşünün güvenmediğiniz bir insanla işbirliği yapar mısınız? İletişimsizliğin sorumlusu konuşmayan değil, genellikle konuşturmayandır. Dinlenmediğimizi bir kere fark etmek, dinlemeyenle ömür boyu iletişimi kesmemize neden olur. Çocuklarla doğru iletişim adına kendimize dönüp bakmak da fayda var. Günlük yaşamda nasıl iletişim kuruyoruz? Öncelikle bizi dinleyen kişinin bizimle aynı yorumu yapmasını hiç beklememeliyiz. Kendinizin ifade yeteneğinizin boyutlarına bir bakın. Kendinizi ne ölçüde karşı tarafa anlatabiliyorsunuz? Karşı tarafı ne ölçüde anlayabiliyorsunuz? Anlamak için dinliyor musunuz? Yoksa hep siz mi konuşuyorsunuz? Sürekli talepkar mısınız? Yoksa emredici misiniz? İLETİŞİM KURARKEN BEDEN DİLİ ÇOK ÖNEMLİDİR İletişim sadece konuşma ile sınırlandırılmamalıdır. Davranışların altında yatan duygu ve düşünceleri anlayabilirseniz iletişim için lisana gerek kalmaz. Mimiklerde saklı olan duyguları kelimelere dökün. Başkalarının duygularını anlamak çok değerli bir özelliktir. Çocukların gelişim evrelerini ve yeteneklerini bilirsek neden ve nasıl davrandıklarını anlayabiliriz. Yanı sıra iletişim kurarken beden diliniz, ses tonunuz çok önemli bir unsurdur. Kararlı bir ses tonuyla söylenmeyen “Hayır” çocuk için hiçbir anlam ifade etmez. Aynı zamanda onu daha iyi anlamanız için çocuğun beden dilini ve söylediklerini iyi gözlemlemeniz gerekir: “Hayır ben yapmadım” derken gözlerini kaçıran bir çocuk… “Arkadaşım bana vurdu çok acıyor” derken gözlerinin içi gülen bir çocuk… “Banane umurumda değil” derken gözleri dolan bir çocuk… ÇOCUKLARIN OLGUNLAŞMALARI İÇİN ZAMAN GEREKİR Çocuğunuzun duygularını farkedin. Onun duygularını siz yaşıyormuşçasına hissetmeye çalışın. Aslında mantık gelişene kadar, neredeyse ergenlik çağına kadar, çocuk ile konuşmalar çocuk tarafından, konuşanın tam demek istediği gibi anlaşılmaz. En büyük hata çocuk konuşmayı yeni söktüğünde, algılama yeteneğini dikkate almamaktır. Sözümüzden çıktığında sinirlenir, bağırır, çağırırız. Çocukla yetişkin arasındaki sorunların çoğu, çocukların olgunlaşmaları için zamana ihtiyaçları olduğunu dikkate almamaktan kaynaklanmaktadır. YANLIŞ İLETİŞİM  Yorum Yapma -”Sizin yatağınızda uyuyacağım. -”Yaramaz çocuklar annelerinin yatağında uyurlar.” Eleştiri -”Sizin yatağınızda uyuyacağım” -"Annelerin yatağında uyumak ayıptır.” Suçlama -”Sizin yatağınızda uyuyacağım” -”Senin inatçılığından bıktım.” Eskileri Hatırlatma -”Sizin yatağınızda uyuyacağım” -”Ehh ama… Hep istediğin olsun istiyorsun!” BUNU OKUMAYIN! Olumlu ifadeler kullanmayı insan tabi ki birdenbire öğrenemez ama üzerinde çalışılabilir. Olumlu mesaj veren herkes çocuğuna olumlu düşünme ve davranma konusunda yardım etmiş olur. Böylece çocuk ne yapması gerektiğini bildiğinden birçok durumun üstesinden gelir ve bir şeyi yapmaması gerektiği için korkudan etkisiz hale getirilmemiş olur. ÇOCUĞUNUZU UYARIRKEN OLUMLU İFADELER KULLANIN Düşündüğünüz her şey, duygu ve imgelerle davranışlara yansır. “Ali, kayığın kenarını iki elinle tut.”  Bu cümle; -“Aman sakın suya düşme” Daha kötüsü; -“Sen boğulursan ben ne yaparım sanıyorsun” gibi ifadelerden daha etkili olacaktır. “Allah aşkına bugün okulda yine bir kavgaya karışma!” -Bugün okulda her şeyin gönlünce olmasını diliyorum, yalnızca sevdiğin çocuklarla oynaman çok iyi olur. “Ağaçtan düşme” -"Ağaca sıkı sıkı tutun, adımlarını nereye atacağına dikkat et." “Caddeye çıkma” -"Burada benimle kaldırımda dur." ÇOCUKLARINIZI KORKUTACAK SÖZLER SÖYLEMEYİN Çocuklarınıza her şeyi açıklamak ya da onlarla nefesimiz tükenene kadar tartışmak zorunda değilsiniz. Açıklama olarak sadece, ”Ben böyle istediğim için” gibi bir cümle zaman zaman etkili olmalıdır.  “Eh, bekle bakalım baban eve gelince…” “Beni hasta ediyorsun, yakında evi terk edeceğim” “Çocuk yurduna yerleştirileceksin” gibi ifadeleri kullanmayın. ÇOCUĞUNUZU İTAATKARLIĞA İTMEYİN Çocuğun itaatkar olduğunu gösteren davranışlar: Sormadan, sorgulamadan söyleneni yapması, İnsiyatif almaktan çekinmesi, Konuşurken sesini fazla yükseltmemesi, Oyun içinde yönlendirmeye açık olması, İtiraz etmekten kaygılanması ve korkması. Ceza da aşırı kibarlık da itaatleştirir. “Aferin, ne kadar efendi, akılı başında çocuksun.” “Ne kadar hanımefendi kızsın.” “Ağzı var dili yok, ne kadar mülayim çocuk.”
İTAATKARLIĞA İTEN DAVRANIŞLAR Alışverişte ona seçim hakkı tanımamak, Arkadaşlarını seçmesinde esnek olmamak, Yüksek sesle konuşmak, Bağırmak, Sözünü bitirmesine izin vermemek, Söz dinlediğinde hemen ödüllendirmek. İtaat etmeye alıştırılmış çocuklar öz değerlerini küçümseyebilir, vazgeçebilir. Sorgulamadan kabul eden karakter yapısı oluşur.  NELER YAPILMALI? Çocuklar öz inançları temelinde kendini savunmalıdır. Uyumlu ve saygılı olabilir ancak itaat uyumun ve saygının abartılmış şeklidir. Hemen kabul etme, önce dinle, “Peki." değil, "Bir bakayım." de, Hemen "Tamam." deme, "Düşünüyorum." de, “Aynen katılıyorum." deme, "Söylediğinize saygı duyarım, ben de şöyle düşünüyorum." de.







REHBERLİK ANLAYIŞINDAKİ GELİŞMELER – Rehberlik Türleri

REHBERLİK ANLAYIŞINDAKİ GELİŞMELER

 Rehberlik, 20. yüzyılın başlarında ABD’de ortaya çıkmış ve en çok bu ülkede gelişme göstermiştir. Avrupa ülkelerinde bu alanda ileri düzeyde bir gelişme görülmemektedir. Ülkemizde ise, özelikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, ABD’den etkilenerek rehberlikten söz edilmeye başlanmıştır.

 ABD’de geleneksel kültürün aktarılmasını amaçlayan eğitim programları, 20. yüzyılın başlarında hızla gelişen endüstrinin beklentilerine karşılık veremez duruma düşünce, çeşitli kuruluşlar, bireyleri bu yeni iş ve meslek yaşamının koşullarına hazırlamaya giriştirler. Bu yöndeki çalışmalar gelişerek birçok rehberlik modellerinin doğmasına yol açtı. Önce meslek rehberliği, sonra eğitsel rehberlik, daha sonra kişisel rehberlik ve psikolojik danışma gelişti.
 ABD’de Geliştirilen Rehberlik Modelleri
 
 1895 yılında George Merrill (Corc Meril), öğrencilere iş dünyasını tanıtmayı ve iş bulmalarına yardımcı olmayı amaçlayan bir çalışma başlatır. Bu çalışmayı, 1898-1907 yılları arasında, Jesse Davis (Ces Deyvis), meslek danışmanlığı biçiminde sürdürür ve 1907’de, Detroit’te okullarda, amacı, öğrencilerin kişilik gelişmelerine yardım etmek ve öğrencilere mesleksel bilgi vermek olan bir rehberlik programı uygulamaya koyar. 1908 yılında ise, Boston’da Frank Parsons, iş arayan niteliksiz göçmenlerin, kısa bir eğitimden geçirilerek endüstri bölgelerinde işe yerleşmelerine yardımcı olmayı amaçlayan bir meslek bürosu kurar. Eğitimci Parsons, bireylerin yeteneklerini, ilgilerini, kişilik özelliklerini ölçerek güçlü ve zayıf yönlerini ortaya çıkarmaya çalışıyor, değişik işlerin gerektirdiği nitelikleri belirli yor ve bu işlerin bireye sağladığı olanakları saptıyor, iş arayanlara bu konuda kitap, kitapçık incelemelerini, iş yerlerini gezmelerini ve çalışanlarla görüşmelerini tavsiye ediyordu. Bu rehberlik, bireyin işe girmeden önce, hangi işe uygun olduğunun yordanması niteliğindeydi. Parsons’un bu yaklaşımı, yalnızca meslek rehberliğine yönelik olduğu için sınırlı bir rehberlik yaklaşımı idi.
 
 Kişiye, bir işe yerleşme yaşına gelince yardım etmenin “gecikmiş bir yardım”  olduğu düşünülerek, bu yardımın okul sıralarında, iş ve meslek yaşamının tanıtılması biçiminde yapılmasının daha uygun olacağı görüşü ağır basarak rehberlikle eğitimin kaynaştırılması yoluna gidildi. Bu çalışmalar sonucu okul programlarına grup rehberliği saatlerinin  konması, rehberliğin gelişmesine ve yayılmasına katkı sağlamıştır.

 
 ABD’de Minnesota Üniversitesi’nde geliştirilen klinik yaklaşımda önce, bireyin ayrıntılı olarak incelenmesi; sonra da istediği kararları vermesine yardım edilmesi gerektiği ileri sürüldü. Bu yaklaşımda, sorunun güçlük derecesinin belirlenmesi, en önemli aşama sayılıyordu. Doğru tanı konduktan sonra, sorunu giderecek önerilerin belirlenmesinin kolaylaşacağı düşünülüyordu.
 Bu model, tanı için test, envanter gibi dışsal teknikleri de kullandığından, birçok ölçme aracının geliştirilmesine yardımcı oldu. Ölçme araçlarının ve kişisel dosya sisteminin geliştirilmesine yol açması, klinik yaklaşımın, rehberlik ve psikolojik danışmaya yaptığı katkılar olarak değerlendirilmektedir.
 
 Rehberlik ve psikolojik danışma hizmetlerinde 1950’lere değin egemen olan bireyleri dışsal ölçme araçlarıyla tanıma ve çevre olanakları hakkında bilgilendirme anlayışı, 1950’den sonra kişinin kendini ve çevresini nasıl algıladığının değerlendirilmesi ile yer değiştirdi ve “kişiyi tanıma” amacının yerini de “kişinin kendini tanıması” amacı aldı.
 Bu görüşe göre, rehberlik ve psikolojik danışmadan yararlanan kişi, kendini ve çevresini doğru ve gerçekçi bir biçimde algılama ve gizilgüçlerini geliştirme olanağı elde ederek kendi kişisel değerleriyle toplumun beklentileri arasında bir denge kurabilecektir. Anlaşılacağı üzere gelişimsel yaklaşımda, kişinin kendini yönetebilen, kendisine uygun hedefler seçip, bu hedeflere ulaşmayı başaran bir kişi durumuna gelmesi amaçlanmaktadır
 
 Rehberliği, “karar vermeye yardım süreci” olarak algılayanlara göre kişi, karar vermede güçlük çektiği zaman, rehberliğe gereksinme duyacaktır. Bu nedenle kişiye, karar verme teknikleri bir ders gibi öğretilmelidir. Yerinde ve doğru karar verebilmek için, kişinin önce seçenekleri algılayabilmesi; sonra da kendi gereksinmeleri ile seçenekler arasındaki ilişkiyi kurabilmesi gereklidir. Karar vermede, seçmede temel belirleyici, toplumsal olanaklar ve kültürel değerler olduğu için, rehberlikte başta gelen iş, bu olanak ve değerlerin incelenmesidir. Karar verme ve seçme yapmada kişiye yardımı ön plânda tutan bu yaklaşımda, rehberliğin sürekli bir süreç olduğu göz ardı edilmiştir.
 Eğitim Hizmetlerinin Bir Parçası Olarak Rehberlik
 Bir rehberlik modeli olarak ülkemizde de benimsenmiş olan, rehberliği, “eğitim hizmetlerinin bir parçası” olarak kabul eden yaklaşımda amaç, öğrencilerin öğretimden, en üst düzeyde yararlanmalarını sağlayacak koşulları hazırlamaktır.
 Bu anlayışın egemen olduğu bir okulda, öğrencilerin ruh sağlıklarını koruyucu ve geliştirici önlemlere ağırlık verilmektedir. Öğrencilerin yerinde ve doğru kararlar verebilme ve kişisel plânlar yapabilme güçleri geliştirilmeye çalışılmaktadır. Okuldaki tüm görevliler rehberlik hizmetlerinden sorumludur.
 Bu modelde, psikolojik danışma hizmetleri, rehberliğin ayrılmaz bir parçası olarak görülmemektedir. Bu nedenle okulda uzman danışmanların bulunmaması, önemli bir eksiklik sayılmamaktadır. Onun için, rehberlik hizmetlerinde ağırlık, “bilgi verme”ye ve “grup rehberliği”ne kaydırılmıştır. Rehberliğe, öğretim hizmetleri türünden bir etkinlik olarak bakıldığı için, bu hizmetlerin, öğretmen ve yöneticilerce yürütülebileceğine inanılmaktadır.
 Varsa, danışmanların (rehberlik uzmanlarının) görevi, rehberlik politikasının saptanmasında, hizmetlerin plânlanmasında, yürütülmesinde ve eşgüdümün sağlanmasında, öğretmen ve yöneticilere yardımcı olmaktır. Bu kişilerin yapacağı bir diğer hizmet de anne babalara, çocuk gelişimi ve eğitimi konularında danışmanlık yapmaktır.
 Bu görüşün eğitime katkıları:
 1- Rehberlik ilkeleri, öğretim etkinliklerine daha kolay yansıtılabilmektedir. Grup rehberliği, öğretim etkinliklerinin bir parçası durumuna getirilebilmektedir. Başta öğretmenler olmak üzere, okulun tüm görevlileri, rehberlik hizmetlerine etkin olarak katılmaktadır.
 2- Öğrenci formlarını doldurma, öğrencilere ilişkin bilgileri kişisel dosyalara yazma sorumluluğu, öğretmenlerin, öğrencilerini daha yakından tanımalarını sağlamaktadır. Öğretmen, öğrencileriyle ilgili olarak topladığı bilgi ve bulguları, eğitim ve öğretimi etkili kılmada kullanma olanağı elde etmektedir.
 3- Öğretmenler, öğrencilerini uzun süre gözleme fırsatına sahip oldukları için, öğrencilerin güçlüklerini daha kolay görebilmekte ve ortadan kaldırabilmektedirler. Öğrenciler bu uygulamada, güvendikleri öğretmenlerden yardım isteyebilmektedirler.
 4- Çok sayıda rehberlik uzmanına gerek duyurmayan bu yaklaşım, öteki bazı yaklaşımlara göre daha ekonomiktir. Ülkemiz millî eğitiminde bu modelin benimsenmesinin nedenlerinden biri de daha ekonomik oluşudur.
 Bu görüşün sınırlılıkları:
 Eğitime olan yararlarına karşılık, rehberliği, eğitim hizmetlerinin ayrılmaz bir parçası olarak kabul eden bu yaklaşım, özünde şu sınırlılıkları, olumsuzlukları taşımaktadır:
 1- Öğretmenler, özel bir biçimde yetiştirilmemiş oldukları bir alanda hizmet vermek zorunda bırakılmaktadırlar. Yetişim eksikliğinin de etkisiyle her öğretmen, kendine göre bir rehberlik uygulamasına girişebilmekte; bu ise, rehberlik hizmetlerinin bütününü zedelemektedir.
 2- Öğretmenlerin zamanlarının azlığı ve yetişimlerinin elverişsizliği nedeniyle, başta psikolojik danışma olmak üzere, kimi hizmetler savsaklanmakta ya da üstünkörü yapılmakta, çalışmalar biçimsellikten öte gidememekte, öğretmenlerce bir angarya olarak algılanmaktadır.
 Öğrencilere ilişkin olarak toplanan bilgi ve uygulama sonuçlarının yazımı, öğretmenlerin çok zamanını almaktadır Bu ise, öğretim ve rehberlik hizmetlerinden birinin ya da her ikisinin aksamasına yol açmaktadır. Ayrıca, öğrencilerle ilgili bilgiler çok elden toplandığı için, öğrenci toplu dosyası oluşturmak ve rehberliği bir süreç olarak gerçekleştirmek zorlaşmaktadır.
 3- Rehberlikte birincil görevin öğretmene yüklenmesi, danışmana, öğretmene yardımcı olma görevinin verilmiş olması ve danışmanın hizmet alanının fazla yayılması, uzmanlık düzeyinde hizmet olanağını ortadan kaldırmaktadır.

 
 Rehberliği, eğitim hizmetlerinin ayrılmaz bir parçası olarak kabul eden yaklaşıma karşılık, bu yaklaşım, rehberliği, “psikolojik yardım hizmetlerinin bir parçası” olarak görmektedir. Bu yaklaşıma göre rehberliğin amacı, “bireyin kendini ve çevresini tanımasına, sorunlarının kaynağını görebilmesine, içsel çatışmalarını çözerek, doğru ve yerinde kararlar vermesine yardım etmektir:”  Amacından da anlaşılacağı gibi, bu anlayıştı okul danışmanlarının temel işlevi psikolojik danışmadır.
 Öğrencilerinin çoğunun psikolojik danışmaya gereksinmesi vardır. Dışsal tekniklerle kendine ve çevre olanaklarına ilişkin bilgiler edinmesi, öğrencinin, yerinde ve doğru kararlar vermesine yetmemektedir. Önemli olan kişinin kendisine ve çevresine ilişkin bilgileri nasıl algıladığıdır. Bunun anlaşılması ise, psikolojik danışmayı gerektirmektedir.
 Rehberlik, eğitimin ayrılmaz bir parçası olmakla birlikte, kendine özgü özellikleri olan bir hizmet alanıdır. Bu nedenle, rehberlik hizmetleri, bu alanda uzmanlaşmış olan kimselerce yürütülmelidir. Rehberlik uzmanlarının etkinlikleri, tüm rehberlik ve öğretim alanlarına yayılmalıdır. Ancak, fazla yayılma, danışman’ın etkililiğini azaltacağından, bilgi verme, duruma alıştırma, bazı tekniklerin uygulanması gibi hizmetler ve uygulamalar, öğretmenlerin sorumluluğuna bırakılmalıdır.
 Bu görüşün eğitime katkıları:
 1- Rehberlik, uzmanlık düzeyinde yürütüleceğinden, hizmetin niteliği yükselecektir. Bu yaklaşımda, rehberlik örgütü içinde rol ve işlevleri belirgin olduğu için danışmanlar, rehberlik ve psikolojik danışma hizmetlerini aksatmadan yürüteceklerdir. Öğrenciler de yeterli kişilerden yardım alma olanağını elde edeceklerdir.
 2- Danışmanlar, zamanlarını ve güçlerini verimli bir biçimde rehberlik ve psikolojik danışma alanında kullanabileceklerdir. Çünkü bu yaklaşımda rehberlik ve psikolojik danışma, öğretimin ayrılmaz bir parçası; ama, sınırları belli bir hizmet alanı olarak algılanmaktadır.
 3- Öğrencilere ilişkin bilgi ve bulgular, bu yaklaşımda, düzenli olarak toplanmakta ve öğrenci toplu dosyaları daha kolay geliştirilebilmektedir.


 Bu yaklaşımın sınırlılıkları:
 1- İlgililerle gereken eşgüdüm (koordinasyon) kurulmazsa, rehberlik ve psikolojik danışma hizmetleri, bir ya da birkaç uzmanın uğraştığı bir iş durumuna düşecektir. Öğretmen ve yöneticiler, rehberlik ve psikolojik danışma sorumluluğunu, yalnızca bu görevlilerin işi gibi göreceklerdir. Ne yazık ki okullarımızdaki genel anlayış ve görünüm budur.
 Sonuçta, rehberlik hizmetleri bürosunun çalışmalarından çok az kişinin haberi olacaktır ve bu çalışmalardan çok az kişi yararlanacaktır. Giderek, rehberlik ve psikolojik danışma hizmetleri, eğitimin ayrılmaz bir parçası olmaktan çıkacak; okul görevlilerinin tümünün sorumluluk paylaştığı ve politikasının belirlenmesinde katıldığı bir hizmet olma özelliğini yitirecek; salt uzmanların söz sahibi oldukları bir sorumluluk durumuna gelebilecektir.
 2- Bir başka sınırlılık, psikolojik danışma hizmetinin fazla önem kazanması sonucu, bilgi verme hizmetinin gölgelenme olasılığıdır. Ancak bu olasılık, bugün için  okullarımızda geçerli değildir.
 3- Üçüncü bir sınırlılığı da uzmanlık düzeyinde eğitilmiş görevlilerle sürdürülen rehberlik ve psikolojik danışmanın, çok zaman ve para gerektirmesi oluşturmaktadır.
 Sonuç olarak; bu seminerin amacı, okul yöneticileri ve öğretmenlere, rehberlik ve psikolojik danışma hizmetlerinin eğitim öğretimin ayrılmaz bir parçası olduğunu kavratmak, ülkemiz koşullarında bugünkü örgütlenme biçimiyle rehberlik uzmanı ve psikolojik danışmanın, okulda bu işleri düzenleyiciliği, koordine ediciliği yanında psikolojik danışmanlığını da sürdürebilmesi için bu oluşuma kendi üzerlerine düşen sorumlulukları itibariyle okul yöneticilerini ve öğretmenleri bilgilendirmek ve bilinçlendirmektir.  Çünkü, ülkemiz koşullarında, rehberlik hizmetleri ancak bu biçimde ve  bu anlayışla yürütüle
bilir.

Rehberliğin Tarihçesi

Rehberliğin Amerika’daki Gelişimi
 1-Öğrencileri iş olanaklarından haberdar etmek anlamında ilk rehberlik denemesi 1895 yıllarında başlatılmıştır.
 2-1908 yılında Boston’da  ilk mesleki büroyu kurmuştur.
 3- 1909/ 1915 yılları arasında rehberlik uygulamalarının yaygınlaştığı görülmektedir. 1915te öğrencilere, öğretmenlere ve velilere meslekler hakkında bilgi vermek üzere Baston Enformasyon Dairesinden sonra 1915 te Boston  kurulmuştur.
 4- İlk mesleki rehberlik kongresi 1910 da Boston da toplanmıştır. Ulusal düzeyde mesleki bir örgüt kurmanın ilk adımları atılmış ardından  kurulmuştur.
 5-1958 de kabul edilen Ulusal Savunma Eğitim Yasası ile P.D.R. hizmetleri parasal desteğe kavuşmuştur.
 6-1952 yılında ülke içinde etkinlik gösteren dernekler arasında bütünlük sağlanmış, kişilik ve rehberlik hizmetleri bünyesinde toplayan Amerikan Kişisel ve Rehberlik Derneği kurulmuştur.
 1-Rehberlik çalışmaları daha çok, öğrencilerin akademik gelişmelerine ve mesleklere yönelmelerine dönük olup, öğrencilerin kişisel sosyal konulardaki duygusal problemleri ile fazla ilgilenilmemektedir.
 2-Avrupa’da P.D.R çalışmalarını, ortaokullarda yani orta öğretimin birinci döneminde önem kazandığı ortaya çıkmıştır.
 3-Genel olarak Avrupa’da rehberlik 1950li yılların sonlarında gelişmeye başlamıştır, fakat uygulamaya geçişin Amerika’ya göre geç olduğunu söyleyebiliriz.
 4-Avrupa okullarındaki rehberlik uygulamalarında genellikle test ve envanter gibi psikolojik ölçme araçları fazla kullanılmakta, öğretmenlerin öğrenciler hakkındaki gözlemleri esas alınmaktadır.
Türkiye'de Rehberliğin Gelişimi
 1- İlk defa 1953-54 ders yılında Gazi Eğitim Enstitüsü Pedagojik ve Özel Eğitim Bölümlerinde rehberlik bağımsız bir ders olarak programda yer almıştır.
 2- 1953 yılında Amerikalı eğitim uzmanlarının girişimleri ile 1953 yılında eğitimde kullanılacak ölçme araçlarını geliştirmek üzere Talim ve Terbiye Dairesine bağlı Test ve Araştırma Bürosu kurulmuştur.
 3- 1955 yılında İstanbul’da, 2956 yılında Ankara da Deneme Lisesinin ders programları rehberliği esas alan bir eğitim anlayışıyla hazırlanmış ve uygulanmaya geçilmiştir.
 4-1959 da İstanbul ve İzmir’de daha sonra diğer illerimizde Rehberlik ve Araştırma Merkezleri açılmıştır.
 5- 1960dan sonra ülkemizde planlı kalkınma dönemi başlamıştır.
 6- 1969 yılı içinde, öncelikle öğrenci sayısı fazla okullardan başlamak üzere mesleki rehberlik, yöneltme hizmetini görecek personelin yetiştirilmesi ve faaliyete geçmesine başlanmıştır.
 7- Rehberlik konusu ilk olarak 7. Milli Eğitim Şurasında ele alınmıştır.
 8- 8. Milli Eğitim Şurasında programların
 a)Yükseköğretime
 b)Mesleğe ve Hayata
 c)Hem yükseköğretime hem mesleğe ve hayata hazırlamak üzere çeşitlendirilmesi gerektiği belirtilmiştir.
 9- 9. Milli Eğitim Şurasında aynı görüşü benimsemiş ve orta öğretimin birinci sınıfı Yöneltme Sınıfı haline getirilmiştir.
 10- 1970 yılında Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Dairesi orta dereceli okullarımızda rehberlik servislerinin kuruluşu ve görevi ile ilgili esasları hazırlayıp 24 okulda uygulamaya geçmiştir.
 11-1974 yılında toplanan 9. Milli Eğitim Şurasında rehberlik çalışmalarının amaç ve tekniklerinin ayrıntılı olarak belirten bir rapor tartışılmış ve bu raporda sözü edilen görevlerin yürütülebilmesi için programlarda iki saatin rehberliğe ayrılmasına karar verilmiştir.
 12- Ülkemizde 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu ile 1981 yılında yüksek öğretimde yapılan yeni düzenlemeler sonucunda P.D.R. alan eğitiminde Psikolojik Hizmetler Ana bilim Dalları içinde yerini almış, P.D.R. lisans programları başlatılmıştır

22 Mart 2016 Salı

PAVLOV'UN PSİKOLOJİYE KATKILARI

Ivan Pavlov Kimdir?

    Ivan Petroviç Pavlov Rus fizyolog, psikolog ve hekim. Fizyoloji ve psikoloji alanındaki çalışmaları ile psikofizyoloji ve deneysel psikoloji alanlarını derinden etkiledi. Bu nedenle her iki bilim dalının kurucularından sayılır. 


Psikolojiye Katkıları

    Pavlov'un köpekler üzerinde yaptığı klasik koşullanma deneyleri ünlüdür. Köpeğe ilk olarak birkaç kez zil çalınır. Fakat köpek tepki vermez. Sonradan et verilir. Köpeğin salyaları akar. Sonra et ile birlikte zil çalınır. Daha sonra et verilmediği halde zil çalındığında köpeğin salya salgıladığı görülür. Şartlı ya da şartlandırılmış refleks denen olay da budur. Pavlov, bu davranışın, psikolojik etkinlikle özdeş olan yüksek düzeyde sinir etkinliğinin belirtilerinden biri olduğunu öne sürer ve psikoloji alanında geçerli tek yaklaşımın deneysel yöntem olduğunu vurgular.
    Pavlov, her ne kadar bu alandaki çalışmalarından ötürü ünlü olmuş olsa da 1904 yılında Nobel Fizyoloji ve Tıp Ödülü'nü sindirim sistemi üzerine yaptığı araştırmalar sayesinde kazandı.

JUNG'UN PSİKOLOJİYE KATKILARI

Carl Gustav Jung Kimdir?




    Basel Üniversitesi'nde tıp profesörü olan büyükbabasının adını taşıyan Carl Gustav Jung İsviçreli bir papazın oğludur. 1895 yılında Basel'de tıp eğitimi almaya başladı ve 1900 yılında Eugen Bleuler'in asistanı olarak Burghölzli'de psikiyatrist olarak hizmet verdi. Doktorasını 1902 yılında tamamladı. Konu okült (gizli, görünmeyen) fenomenler (etkiler) ve onların Psikoloji ve Patolojiyle bağlantıları idi. Paris'te 6 ay Pierre Janet ile bilgilerini derinleştirdi. 1903 yılında Emma Rauschenbach ile evlendi. 36 yaşında Uluslararası Psikanaliz Birliği'nin ilk başkanı oldu. Psikolojik analizlerinde astrolojiden de yararlanan Carl Gustav Jung, Sigmund Freud ile beraber çalıştığı toplumsal bilinçaltı kavramı ile de tanınır.

Eserleri

  • Carl Gustav Jung - Psikoloji ve Din
  • Carl Gustav Jung - Anılar, Düşler, Düşünceler
  • Carl Gustav Jung - Dört Arketipler
  • Carl Gustav Jung - İnsan Ruhuna Yöneliş
  • Carl Gustav Jung - İnsan ve Sembolleri
  • Carl Gustav Jung - Kırmızı Kitap


Jung'un Psikolojiye Katkıları


Kelime Çağrışım Testi 

   Kelime çağrışım testinin amacı, hastalardaki kişilik komplekslerini açığa çıkarmaktadır. Öncelikle hastaya bir kelime listesi okunur. Hasta her bir kelimeye, aklına ilk gelen kelimeyle karşılık verir. Jung, hastalarına bu testi uygularken her bir kelimeye karşılık verme zamanını, nefes alma ve derinin elektrik iletkenliğindeki değişiklikleri de ölçmüştür. Bu fiziksel ölçümle veri elde etmeye çalışmıştır. Eğer belirli bir kelimeye verilen tepki süresi uzunsa, nefes almada düzensizlik ve deri iletkenliğinde bir değişiklik varsa, bilinçaltında uyarıcı kelimeyle, birleşen duygusal bir problem olduğu sonucuna varır.

Freud’un tüm davranışların ardında cinselliği vurgulaması Jung’un Freud’dan kopmasına neden olmuştur. Freud gibi o da bilinçdışı süreçlere önem vermiştir. Kişilikte çok karmaşık bir yapıyı benimsemiştir.

Jun’un farkı kişiliğin ırksal ve soyaçekimsel özelliğne verdiği önemdir. “Erekbilim ” denilen bir felsefe benimsemiştir.Buna göre; insan nedenlerle yaşadığı kadar amaçlarla da yaşar.İnsan davranışlarına 3 zamanlı bir bakış açısı getirmiştir;

• Geçmiş ( tarihi olarak insan vardır )

• Umutlar, amaçlar, hedefler, gelecek bu tarihle birleşir

• Şimdiyi belirler.

ADLER'İN PSİKOLOJİYE KATKILARI

Alfred Adler Kimdir?

    Alfred Adler Bireysel Psikoloji ekolünün kurucusu, Avusturyalı psikiyatrist. Derinlik psikolojisinin üç büyük kurucusundan biridir. Avusturya Penzing'de doğdu ve Viyana'da büyüdü.






 Eserleri

- Organların Yetersizliği Üzerine İnceleme - 1911 

- Nevrotik Yapı Üzerine - 1912


 - Tedavi ve Eğitim - 1914 

- Bireysel Psikolojinin Uygulanması ve Kuramı - 1917 


- İnsanı Tanımak - 1927 


- Bireysel Psikoloji Tekniği - 1928'de birinci bölüm, 1930'de ikinci bölüm 


- Yaşamı Tanımak - 1929 


- Okulda Bireysel Psikoloji - 1929 


- Yaşamı Tanımak - 1930 


- Psikoterapi ve Eğitim - 1919-1929 


- Nevrozlar - 1929 


- Eşcinsellik Sorunu - 1930 


- Çocuk Eğitimi - 1930 


- Yaşamı Biçimlendirme - 1930 


- Psikoterapi ve Eğitim II - 1929 - 1932 


- Yaşamın Anlamı - 1933 


- Psikoterapi ve Eğitim III - 1933-1937 


Adler'in Psikolojiye Katkıları


1.Davranışın ve kişiliğin toplumsal belirleyicileri olduğunu vurgulamıştır.

2. “ Yaratıcı Benlik ” kavramını ortaya atmıştır. Freud’un ego kavramına karşıt olarak Adler yaratıcı benlik kavramını ortaya koymuştur. Benlik kavramı, son derece kişiselleşmiş, organizmanın yaşantılarını anlamlı kılan ve onları açıklığa kavuşturan öznel bir sistemdir. (Bireyin kendisine özgü yaşam biçimlerine doyum sağlayacak yaşantılardır.) Benlik kavramı bireyin yaşamına anlam katabilmek, doyum sağlayabilmek için arayış içindedir. Bu doyumu dış dünyada ara ancak bulamazsa yaratma gücü vardır ve kendisi yaratır. Adler buna yaratıcı benlik demiştir.

Her insan, kendi kişiliğinin ustası, yaratıcısıdır. Yaratıcı benlik kişiliği oluşturur. Jung’a göre ise kişisel bilinçdışı ve ortak bilinçdışı kişiliğimizin hangi yönlerinin ortaya çıkacağına rehberlik eder. Adler kişiliğin merkezine yaratıcı benliği koymuştur. Adler’e göre yaptığımız her şeyin bilincindeyizdir. Bilinçdışının etkisini en aza indirerek, bilinç düzeyini vurgulamıştır. 

3. Kişiliğin kendine özgü, biricik oluşunu vurgulamıştır.
Her insanın güdülerinin, psikolojik özelliklerinin, ilgilerinin, değerlerinin kendine özgü olduğunu savunmuştur. İnsanın tüm davranışları onu diğer bireylerden farklı kılar bu da her bireyin yaşam biçimini farklı olmasından kaynaklanır.

Freud’un vurguladığı cinsel içgüdüleri en aza indirgemiştir. Adler’e göre insan cinsel değil, toplumsal bir varlıktır. İnsan cinsel ilgileri tarafından değil, toplumsal ilgileri tarafından güdülenir. Her insan yaratıcı benliği aracılığıyla kendine özgü bir yaşam biçimi geliştirmeye çalışır. Bireyin cinsel gereksinimlerine doyum bulmasının belirleyicisi de yine onun yaşam biçimidir.

Adler’e göre kişiliğin merkezinde “ bilinç ” vardır. İnsan bilinçli bir varlıktır, davranışlarının nedeninin farkındadır. Aynı zamanda güçsüz yönlerinin, ulaşmak istediği amaçlarının da farkındadır. Bundan da öte birey, kendi benliğinin farkındadır ve kendi yaşamını planlayabilme gücüne sahiptir. Kendi davranışlarına kendisi rehberlik eder. Kendi benliğini gerçekleştirebilmek için de gücü vardır.

FREUD'UN PSİKOLOJİYE KATKILARI

Sigmund Freud Kimdir?

    Sigmund Freud, psikanaliz öğretisini geliştirmiş olan Avusturyalı nörolog. Kişiliğin 5 
farklı dönemden geçerek geliştiğini öne süren Psikoanalitik Kuram'ın kurucusudur. 







Freud'un Ruhbilime Katkıları Nelerdir?


    Freud, günlük yaşamımızda benimsediğimiz, duraksamadan kullandığımız pek çok ruhbilimsel kavramı ilk kez telaffuz eden bilim adamıdır.Zihinsel işleyişi ilk defa sistematik biçimde ciddiyetle ele almış  çalışma sahasını psikolojik rahatsızlıklarla sınırlamamış,  zihnin normal işleyiş biçimine dair de  etkileyici teoriler ileri sürmüştür. 

I.Nevrotik rahatsızlıkların anlaşılması ve hastaların kişiliklerine yönelik olumsuz görüşlerin değişmesi


    Freud, psikolojik rahatsızlıklar arasında (zamanında yaygın bir sorun olarak görülen) başta histeri olmak üzere nevrotik rahatsızlıkları kendisine konu olarak seçmiştir.Bunlar “konversiyon histerisi”,”fobiler”,”takıntı zorlantı bozukluğu”,”ket vurmalar sonucu gelişen iktidarsızlık”,”sadizm ve mazoşizm gibi cinsel sapkınlıklar” birinci dünya savaşında sık görülen ve o dönem ”asker kalbi” adıyla geçen “travma sonrası stres bozukluğu”,”genel kaygı-endişe rahatsızlığı” ,”agorofobi ile birlikte panik atak” gibi rahatsızlıklardır.Freud’un az da olsa “paranoya ve paranoid şizofreni” ile ilgili çalışmaları da bulunmaktadır.

   Freud öncesinde bu tür psikolojik rahatsızlıklar bir tür kapris veya kişilik yetersizliği,irade zafiyeti yahut sinirsel yozlaşma (degenerasyon) gibi görülüyor ve gereken ehemmiyet verilmiyordu. Freud bu tür rahatsızlıkların pozitif bilimlerce ele alınmaya değer tıpkı diğer tıbbi  rahatsızlıklar türünden rahatsızlıklar olduğunu ortaya koyarak hastaların kişiliklerine yönelik olumsuz ve aşağılayıcı geleneksel bakış açısını değiştirmiş,hastalara kişilik düzeyinde itibarlarını iade etmiştir. Freud’dan sonra bu kişiler için bir şeyler yapılabileceği,bu kişilerin aşağılanmaya ve hor görülmeye değil yardıma ihtiyacı olduğu kabul edilmeye başlanmıştır.

II.Sağlıklı kişilerde bilinçdışı ruhsal etkinliğin mevcudiyetinin idraki ve düşlerin anlamlı olduğunun anlaşılması


    Freud’un zihnin olağan  işleyişine dair  yaptığı belki en önemli  katkıyı “bilinçdışı” fikrini ortaya atması olarak niteleyebiliriz. Bilinçdışı daha önce kullanılmamış bir tabir değildir.Bilinçten bahsedildiği zamandan itibaren bilinçdışından da bahsedildiğini söylemek mümkündür.Antik çağdan bu yana Sheakespeare gibi yazarlardan Spinoza Nietzche,Schopenhauer’a kadar kimi düşünürlerce bilinçdışı söz konusu edilmiştir.

   Ancak bunu sağlıklı insanların bilinçli yanına müdahale edebilen,psikolojik rahatsızlıklarda önemli bir etken olarak devreye giren –metafizik/dinsel bağlantısı olmayan,cinlerle şeytanlarla ilgisi bulunmayan- seküler bir kavram olarak ilk kullanan Freud’dur. Freud, histeri sağaltımı ile uğraştığı bir dönem boyunca hipnoza başvurmuştu.Gerek hipnoz edilen sujenin o esnada kendisine verilen telkini uyandıktan sonra bilincinde olmamasına rağmen yerine getirmesi gerekse meslektaşı Dr.Breuer’in histerinin kökeninde yaşanmış ama “unutulmuş-ruhta iz bırakmış bir yaralanmanın” olduğu düşüncesi Freud’u bilinçdışı fikrine yöneltti.

    Bilinçdışı ruhsal etkinlik Freud’un tüm görüşlerinin merkezine oturur.Bu doğrudan gözlenemeyen ancak “davranışsal-klinik” sonuçları ile bilinebilen bir etkinliktir.1900 yılında yayınlanan “Düşlerin Yorumu” eseri ile Freud düşlerin bilinçdışına açılan “kral yolu” olduğunu dile getirmişti.

    Düşler, bilinçli iken aklımıza getirmediğimiz pek çok unutulmuş(bastırılmış) materyalin ortaya çıktığı ,duygu ve davranışlarımızın –ve pek tabi ruhsal rahatsızlıkların-altında  yatan “arzuların-korkuların-ilk bakışta fark edilmeyen bağlantıların” kendisini gösterdiği bir zihinsel etkinliğin ürünüydü.

    Bu bakış açısı düşleri ruhun bedenden ayrılarak metafizik dünya ile bağlantı kurduğu ve gaipten haber verdiği veya tamamen tersine düşlerin hiçbir anlam taşımadığı şeklindeki geleneksel bakış açılarından tamamen farklı bir yaklaşımdı.

    Freud,düşlerin bir görünür içeriği bir de gizli içeriği olduğunu ileri sürdü.Bu iki içeriği birbirinden farklılaştıran bir “düş işlemcisi” idi.Görünür içerik yakın zamanda yaşanmış olayları konu ediniyor ancak yorumlandığında ortaya çıkacak bastırılmış gizli içerik ile bağlantılı simgeler içeriyordu.

III.Psikanaliz metodu:Serbest çağrışım,direnç,aktarım,yorum,içgörü gibi kavramların anlaşılması

    Psikanaliz, kişinin egosu tarafından kabul edilemez bulunarak zihnin bilinçdışı bölümüne bastırılmış ancak gücünü tümüyle yitirmeyerek bulunduğu yerden bilince çıkmaya yeltenen düşünce içeriğini bilinç sahasına  çıkarmayı hedefliyordu. 

   Bunun için serbest çağrışım yöntemini kullanıyordu.Serbest çağrışım bireyin hekime düşüncelerine hiçbir sansür uygulamamaya söz vererek kendisini açmasıydı.Konuşma esnasında söz nereye gidiyorsa hasta çekinmemeli,sözlerine devam etmeliydi.Böylece çağrışım normal şartlarda çok az bağlantı kurulabilecek bilinç katmanının hemen altında uzanan bilinç öncesi ya da bilinçaltı bölüme kadar uzanabiliyordu.Düşler ve dil sürçmeleri gibi diğer bilinçdışı zihnin ürünleri de  serbest çağrışıma bırakıldığında bilinçaltı düşüncelere erişmek mümkün oluyordu.

    Psikanaliz esnasında direnç ve aktarım olguları ile karşılaşılmaktaydı. Direnç günlük dilde dahi kullanabildiğimiz bir kavram haline dönüşmüştür.Bu sözcükle kişinin, bilinçli davranmasa da  hoşuna gitmeyen-ona sıkıntı veren meseleden uzaklaşması kastedilir.Serbest çağrışım esnasında da hasta kimi yerlerde duraklıyor,konuyu unutuyor veya sıkılarak kapatmak istiyordu.Bu direnç anları, çağrışım esnasında bastırılmış materyale yaklaşılmasından ileri gelen anksiyeteden (kaygıdan) kaynaklanmaktaydı.Kabul edilemeyen-bastırılmış düşüncenin ortaya çıkma ihtimali ego’yu rahatsız ediyordu.Dirençlerin yorumlanması ve çözülmesi psikanalizin ilerlemesi için lüzumluydu.

    Aktarım ise psikanalizde önemli olduğu kadar ,modern hayat içerisinde geliştirdiğimiz sosyal ilişkilerde de önemli işleve sahip bir kavram olarak öne çıkıyor.Psikanalizde aktarım hastanın hayatındaki önemli kişileri ve özellikle otorite figürlerini terapistine yansıtması ve onlarla kurduğu ilişkinin bir benzerini terapisti ile kurması ile ilgilidir.Bu olguyu hastalarıyla ilişkilerinde fark eden Freud aktarım adını vermişti.Aktarım eğer hastanın nevrozunun kaynağındaki ilişki biçimlerini yansıtır biçimde  terapiste yöneltilirse “aktarım nevrozu”ndan söz edilyordu. Aktarım nevrozu  psikanalizde faydalı bir enstrüman olarak kullanılır.Bu nevroz geliştikten sonra ancak yorumlanabilir ve hastanın bu konuda bir içgörüye ulaşması sağlanabilir.

    İçgörü kavramının ise hastanın rahatsızlığının kökeninde yatan çatışmalarla ilgili bir anlayış kazanması ile ilişkili olduğunu söyleyebiliriz.Bu anlayışın izaha dayanan bir yönü olduğu kadar duygusal bir komponenti de olmalıdır.Yani hasta anlayışa kavuştuğu mesele üzerinde olayın neliği kadar nasıl hissettirdiği konusunda da aydınlanmalıdır.Psikanalizde sadece mantıksal çıkarımlara dayanan ve duygusal olarak hissedilmeyen içgörüler yüzeysel ve geçici karakterde olur.Kişiliğe nüfuz edemez ve değişimi başlatamaz.

IV.Çocuk cinselliği ,Odipus kompleksi ve Psikoseksüel gelişim dönemleri


    Freud öncesinde çocukluğun cinsellikten uzak insanın en saf ve masum olduğu bir dönem olarak görülüyordu. Oysa Freud ,çocukluk sırasında cinselliğin aktif olarak(fantazi,rüya,masturbatuar aktiviteye eşlik eden düşlem)yaşandığı bir dönem bulunduğunu ifade etti.Altı yaşına kadar süren bu aktif dönemin sonunda,okul yaşamının başladığı gizil bir döneme erişiliyor ve kültür tarafından hoş karşılanmaması nedeniyle bu dönemden itibaren çocuğun cinsellikle ilişkili anılarını bastırmak zorunda kaldığını söylüyordu.


    Bu görüş büyük tepki çekti ve Freud’un ahlaki değerlere saldırdığı, yaptığı tartışmalar ile ilgilenecek kurumun akademik çevreler değil polis teşkilatı olduğu dahi söylendi.Ancak geçen zaman Freud’u haklı çıkardı.Bu gün çocukluk çağında mastürbatuar aktivite ve ona eşlik eden düşlemler de,Odipus kompleksinin geçerliliği de  yaygın kabul görmektedir.

    Psikoseksüel gelişim dönemleri çocuğun ruhsal yapısının gelişiminde evresel olarak erotejenik (haz veren) zonların değiştiği tezini ileri sürmektedir.Bu zonlarla ve zonların işlevselliği ile ruhsal gelişim ve alışkanlıklar arasında yakın bir ilişki olduğunu söyler Freud. Örneğin oral dönem denilen yaşamın ilk yılı içerisinde ağzın (dil, dudak, diş ve damakların) başlıca haz organı olduğu dönemde takılı kalan birey yaşam boyunca bağımlı bir birey olacaktır.Annenin sütüne olduğu gibi çevresinde önemli kişilerin sevgi ve onayına bağımlı olacaktır. Anal dönem denilen organ hazzının “anüs” çevresine geçtiği dönemde ise “sfinkter denetiminin” önemi ön plana çıkacaktır.Bu dönemde takılı kalan veya nevrotik rahatsızlık esnasında gerileyen birisi dışkıyı “tutma” ve “bırakma” konularında yaşadığı ikilemi yaşayacak ve bu tutumun sosyal hayata yansıyan boyutunda kişi inatçı-pasif agresif-takıntılı birisi haline dönüşebilecektir. Fallik dönemin ise Odipus kompleksi ile ilişkisi vardır.Bu dönemde çocuk baba veya anne ile yarışmacı karaktere bürünür.Erkek çocuk anneyi babadan kıskanır,kız çocuk babayı anneden kıskanır.Kıskançlığa eşlik eden saldırgan dürtüler baba ve annenin sevgisini kaybetmemek için bastırılır.Eğer çocuk çok kışkırtılmamış ve kıskançlıkla aşırı yüklenmemiş ise bastırma kolay olacaktır.Yarışmayı bırakan erkek çocuk baba ile kız çocuk ise anne ile özdeşleşecektir.Ancak kıskançlık fazla ve özdeşleşme için özdeşleşme için gerekli temas yoğunluğu ve süresi az ise Odipus kompleksi tam çözümlenemez ve yaşam boyu etkisini gösterir.Erkek çocuk baba figürlerine (otorite figürleri veya kendisi ile rekabet halinde olan iş arkadaşları vb.) yarışmacı,kıskanç,hırslı olacaktır.Kız çocuk ise annesine duyduğu hırsı ve kıskançlığı diğer rekabet halinde olan kız arkadaşlarına yansıtacak,anne ile özdeşleşme problemli olduğundan evlenme ve çocuk sahibi olma konularında çelişkili ve sıkıntılı olacaktır.

V.İçsel suçluluk duygusunun kökeninin anlaşılması: Uygarlığın ve kültürün karşısında insanın ödediği bedel


    Freud, son yapıtlarında insanın içgüdüsel eğilimlerini sınırlayan ve onu toplumsallaştıran kültür karşısında ödediği bedeli söz konusu etmiştir. Medeniyet karşısında ödenen bu bedel nevrozdur. Toplumsal yapı üstbenliğin şekillenmesini sağlayarak insanın dürtüsel hayatını (saldırgan ve cinsel dürtüleri) baskı altında tutar. Bastırılan itkiler ise bulundukları yerden bilince çıkmaya ve doyum bulmaya çalışırlar. Bu itkileri bastırıldıkları yerde  tutmak  ciddi ölçüde ruhsal enerji harcanmasına neden olur. 

    Suçluluk duygusuna neden olan vicdan veya psikanalitik terminolojide geçen adı ile “süper ego” dışşal bir otorite tarafından denetlenen suçları içsel bir konumdan  gözleyen  otoritedir.Bu kültürel olgunun en beklenmedik sonucu, gerçekten hayata geçen faaliyetlerin suç teşkil edebilmesi yerine akıldan geçen fikirlerin dahi suç ilan edilebilmesidir.Uygarlığın daimi bir sonucu insan ruhunda kendisine özgü bir yer edinen ve zihnin kendi kendisini suçlamasına imkan veren vicdanın eseri  “suçluluk duyguları” olmuştur.İnsan ruhuna özgü bir olgu kabul edilen “erotik-libidinal duygular ile birlikte saldırganlık duyguları” vicdan tarafından her daim kontrol edilen ve faturası ego’ya kesilen olgulardır.

    Pişmanlık,suçluluk ve keder bu perspektifte uygar insana özgü duygulardır.Ve bu duygular insanın doğayı fetheden,boyun eğdiren kolektif çabasının bir yan ürünü olarak kabul edilebilir.